Selim Kaya yazdı ''Yaşamı sorgulama bilinci''

Ben cahillikten çıkmaz bir yola girdim Kuyuya düşeceğimi bilemedim

Menzile dek dostumdur dedim kalbe

Yarı yol arkadaşıymış, bilemedim

Baba Tahirê Uryan

Geleceğe dair umut beslemek, her kişinin olmazsa olmaz koşuludur. Kişi, tasvir ettiği yaşamında belirli bir durum karşısında varlığını sürdürme gerekliliği duyar. Bizim umudumuzu kıran eylemler, başkalarının çıkar ilişkilerinin bize dayatılan olumsuz taleplere dönüşmediği sürece hayatımıza anlam katarız.

Bencil bir toplumda yaşam sürdüğümüz gerçeğinden yola çıkarak, kişiliğimizi tamamlayamadığımız koşulların içerisinde yaşadığımız, gözle görülür bir gerçektir. Bireyin varlığı, her şeyden önce benliğinin kendisine sorular sormasıyla başlar. Varlığının anlamını keşfetmesi için "Ben neyim? Evrende varoluş amacımız nedir?" sorularını sorarak varlığını anlamlandırmaya çalışır.

Geçmiş zamanlarda insanların sordukları en önemli soru, şüphesiz ki varlık ve yokluk problemiydi. Felsefe, "arkhe" problemiyle insanın yaşamının önceliğini sorgular. Evreni oluşturan temel unsur nedir? Yaşamın amacını anlamak, merak insanı bir ileri düzeye taşıyacak bir anekdotu oluşturur. Birbiriyle ilişkili üç kavram, bu soruya yanıt arama girişiminde bulunur: din, bilim ve felsefe. Her birinin ayrı yöntemleri olmakla birlikte sordukları sorulara alınan cevaplar birbirinden farklıdır. Bizi ben olarak var eden varlığımıza anlam katan bilgelik, kendimizi tabiatın birer parçası haline getirdiğimizde varoluş üzerine sorular sormamızı sağlayan bir yöntemdir.

Peki, her bilgelik bir gerçeklik sağlar mı? Öznel bir yaklaşıma ait olan yaşam öngörümüz, tabiatıyla kendisini var edebilir mi? Sokrates,"sorgulanmamış bir yaşamın yaşanmaya değmez"ilkesini dile getirir. Bizim varlığımızın özüne hitap eden, benliğimizi oluşturan soru sorma yaklaşımını insan için elzem kılar. Birey, sürü toplumunun bir parçası olmaktansa uygarlaşmış  medeni bir toplum pragmatizminin geliştiği bir varoluş ortaya koyması daha fazla anlam kazanır.

Ruh ve beden, yalnızca bedenin sahip olduğu ya da eğitim sonucu bedene kazandırılabilecek güçlerle uyum içinde yaşayabilir. Alfred Adler, bedenin ruhsal birlikteliğine atıfta bulunur. Kişinin mutluluğu, buna bağlıdır. İnsanın kendisiyle uyumu, gerçek kişiliğimizin kendini tanıma aşamasında olduğu gibi kabul etme sürecini de dayatır.

Tabiat kanunları, insana yaşam mücadelesi verir ve daha dirençli bir hayat sürmesini sağlar. Nietzsche, "Seni öldürmeyen şey, seni daha güçlü kılar." der. Ruhun ve bedenin bu acılara dayanabilme hissiyatını güçlendirir. Üstesinden geldiğiniz acının bir sonraki safhada sizi daha güçlü kılacağı bir kişilik oluşturur. Bir tek yöntemle iradedir. İnsan iradesinin her şeyin üstesinden gelebilecek kadar güçlü kılınması, sıkıntıların üstesinden gelinebilecek bir yaşam felsefesini oluşturur.

İnsan, acı çekerek olgunlaşır. Fuzuli, ruhsal acıdan daha üst bir seviyeye çıkabileceğini dile getirir. Hayatın gizemi, kişinin vereceği anlamda saklıdır. Başkalarının elinde kalmadan, sadece bireyin oluşturacağı bir yaşam anlayışı, bizi var eden değer yargılarını oluşturur.

Günümüz insanları, tabulara sıkışmış durumda sorgulamaktan yoksun. Her şeyi "Ben bilirim" rüyalarına sığınmış, egoist bir kişiliğe bürünmüş durumdalar. Sömürülmüş bir kişilik, sadece toplum için değil, bireyin kendisi için de zarar verir. Değerlerin değişime uğradığı bu dönemde, insanın bir amacı olmalıdır. Yaşam amacı, tabiata insana katkı sağlayan, üretken bir zihniyetin köleliğine soyunmamalıdır.

Çok ilerici düşünen gençlerimizin olduğu bir gerçektir. Her gün ilerleyen dünyanın gereksizlik oluşturduğu, başkalarına özbenliğini kanıtlama girişimi, gençlerin soyutlanmasını sağlamaktadır. Birey, başta kendisi için eylemde bulunmalıdır. Kişi, kendinden başlar. Dostoyevski "Yeraltındaki Notlar" eserinde bu durumu şu sözlerle dile getirmiştir: "İnsana en çok acı veren şey, söyledikleriyle söylemek istedikleri arasındaki uçurumdur." Yaşamı anlamlandırmaya ondan sonra başkalarını sevmeye başlar.Birey paylaşımcı, hümanist ve erdemli olmalıdır. Sadece kendisini düşünen bir canlıdan öte, insanın yaşamı, başkalarına vereceği değerle bir üst seviyeye taşıyan bir anlam katmalıdır. Başkalarının görüşlerini kendi görüşleriymiş gibi ifade etmek, başkalarının sizin adınıza düşünmesini sağlar. Sizin benliğiniz ve iradeniz, başkalarının anlayışına teslim olur. Bu durum bir zihinsel köleliktir. Büyük emeğin hiçleştirilmesi, zihnin üretici yapısına karşı durması, kişinin kendi üretici yapısı olmadığı için başkalarından alıntı yapması, zihninin durağanlığına sebebiyet vereceği için başkalarının yaşam biçimini anlayamaz; insan empati yapamaz duruma gelir. Üretici olmayan beynin işlevselliği, kopyalama kültüründen başka birşey değildir. Bireyin kendisine göstereceği saygısı, ben olma durumunun yaşama geçmesidir. Onun varlığıyla kişi bir felsefe haline gelmelidir. Ruhsal anlamda bir tanınırlık, bireyi olduğu gibi kabullenir. Yabancılaşan kişi maskeler takmaya başlar; bedenin ruhsal işlevsizliği ile sonuçlanır. Ben duygusunun gelişmediği bu coğrafyada başkalarının taklit edilmesi, üretici olmayan topluluğun başkalarının öngörüsüne mahkum edilmesiyle sonuçlanır.