“Her ailede, gurbette ziyan olan biri vardır.” cümlesini okudum az önce. Ne kâğıda ne de kâğıdı arzulayan kaleme söz geçirebildim. Dünyanın en zor şeyini; gurbeti yazmak… Daha doğrusu yazamamak, çaresiz kalmak… En nihayetinde yazmanın yaşamak olduğunu bilen ben, gurbeti yazdım. Bıyıkları terlememiş, 17 yaşında gurbete çıkmış biri olarak… Şimdi ise yaşım 24; sanki 40 senedir gurbetteyim.

“Jüdayî giran e lê çare nîn / Bê welatê min dilê min xweş nîn.” diye yazmıştı Hakkârili büyük şair Ehmedê Xanî: “Ayrılık ağırdır ama çaresi yoktur; memleketim olmadan kalbim hoş değildir.”
Ergenlik, köyünden/kasabandan/memleketinden nefret etmektir; olgunluk ise oranın değerini anlamak, kavramaktır. Kendi memleketlisi bağnaz, tutucu yahut dedikoducu olsa bile… Şehirlerde yaşayan biri, memleketindekilere şükreder hâle gelir. Zira şehir, yaşama hakkı tanımaz; yaşatmaz. Birer robot yetiştirir: Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan, durmayan, çevresindeki güzellikleri göremeyen… Şehir, insanı insanlıktan çıkaran yapılar üretir: AVM’ler, göz taciz eden vitrinleriyle mağazalar, pahalı ve estetik zevki sıfır restoranlar, dünyanın en mühim insanıymışçasına araba süren “çok medeniyetli” insanlar; erdemli ve samimi olmak varken gösteriş budalası olmayı yeğleyen insanlar…
Nerede yaşarsanız yaşayın, çocukluğunuzun geçtiği toprakları özlememeniz mümkün değil. Kalbi birazcık hassas olan ve kafasını yalnızca sayısal derslerle bozmamış biriyseniz bu his mutlaka size uğrar; içinizden size bir “ah be!” dedirtir.
Ehmedê Xanî’nin gurbetle ilgili bir dizesini vermiştik. Sadece o mu? Elbette değil. Gurbeti Abdullah Papur’un türkülerinden dinlemek, gurbeti yaşamaktır. Sevdiğini bırakıp gurbete giden biri; “ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” diyen Karacaoğlan’dan bir şeyler kapmaması mümkün mü? Uzak şehirlerde yaşayan genç adam, şarkıcı Beytocan’ın bir programda annesiyle yaptığı telefon konuşmasında annesinin, “Ah oğlum! Ne olmuş sana? Sen Muhammed’in (sav) gülü gibiydin.” deyişini en kalpten anlamaz mı? Çaresizliği, kimsesizliği, garipliği en iyi onlar anlamaz mı? Her telefon çaldığında “Acaba birine bir şey mi oldu?” düşüncesinin verdiği işkenceyi, annesinin dizinin dibinde yaşayıp gidenler anlayabilir mi? Her hafta sonu tatilinde aile evine giden öğrenci arkadaşları görüyoruz; dönüşlerinde neler yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatırlar. Hiç gidemeyen, aylarca anne yemeğinin, baba güveninin ve aile sofrası sıcaklığının hasretini çekenleri düşünmeden konuşurlar; çok bencilce, kendinden başkasını düşünmeyerek…
Gurbeti; ailesinin geçimini sağlamak için yerinden/yurdundan ayrılıp şantiyelerde ömür tüketen ve her yeri taş kesilenlerden dinlemek lazım. En genç yaşında dershanelerde/üniversitelerde dirsek çürüten gençlere sormak lazım. Babası veya annesi yaşlanmış ve bu korkuyla yaşayan delikanlılara; sevdiğiyle evlenebilmek için yıllarca küstah bir patronun emri altında çalışmak zorunda kalan yiğit adamlara sormak lazım gurbeti. Velhasıl; acıyı çekenden, çektiği acıyı sigara paketi gibi taşıyandan, o acının boynunu büktüğü âdemoğullarından dinlemek lazım.
Kavuşturan Allah’tır. Allah; hassas bir gönül taşıdığı yetmezmiş gibi bir de gurbet derdini taşıyan herkesi sevdiğine, ailesine, çoluk çocuğuna ve memleketine kavuştursun. Evet… Sevdiği memleketteyken gözü kayanları, kocası gurbetteyken ayağı kayanları ve “okumaya geldim” deyip gününü gün ederek memleketine zerre faydası olmayanları da!