Güzel günlerdi. Ayakkabımız yırtık, ceplerimiz delikti. Elimizde tutardık; bakkala giderken “aman kaybolmasın!” diye sıkıca tuttuğumuz madeni paramızı. Çoğu zaman bakkala girmeden önce ne alacağımıza çok önceden karar vermiş şekilde girmemize rağmen her çıkışımızda ani bir hevesle gözümüz başka bir şeye kayar ve onu alırdık.

Çoğu zaman bakkaldan çıkınca bu ani kararımızdan dolayı pişmanlık duyardık. O pişmanlık öylece kalırdı içimizde. Ne dönüp bakkaldaki abiye aldığımız ürünü değiştirmek istediğimizi söylerdik ne de anne/ babamıza koşup aldığımız şeyden pişmanlık duyduğumuzu söyleyip tekrar para isterdik.

Nedenini soracaksınız. Bilmiyorum. Çekingenlikten mi yahut had/ hudud bilişimizden mi? Belki de hayat, o gün seçimlerimizin bir bedeli olduğunu – küçük bir mesaj da olsa – bize öğretiyordu. Çünkü en küçükten en büyük kararlarımıza kadar her seçim bir vazgeçiştir. Her vazgeçişin bir seçim olduğu gibi.

Güzeldi eskiler. Akşamüzeri bir yağmur başlardı. Eve koşuşturulurdu. Yağmuru özleyen, seven bizler de saçakların altına… İri iri düşen yağmur damlalarını seyre dalardık. Yağmur, uzun süre bizi saçakların altına mahkûm ederdi. Yaz sonlarıydı. Eylül çoktan gelmişti. Artık kışa hazırlıktı önümüzdeki günler. Çetindi, çetrefilliydi ama çeşitliydi çocukluğumuzun kışları. Akşamüzeri gök boşalırcasına yağan yağmur gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi.

Çocuktuk. Masumduk. “erken yatın. Sabah erkenden kalkıp yağmur ve rüzgârın dalından düşürdüğü cevizleri toplamaya gidin. Sakın ola dalından koparmayın, o cevizler, haramdır” diyen annemizin sesiyle uyumaya çalışırdık. Yağmurun damlarda ve saçaklarda bıraktığı o ses, uykumuza eşlik eden en güzel sesti. Sobaya yakındık. Sabah erken kalkıp sonraki günün şiddetli yağmur ve fırtınasından yere düşen cevizleri düşünürdük. Heyecandan uykumuz kaçar gibi olurdu ama kısa bir süre sonra bir daha asla tadamadığımız o derin, huzurlu ve deliksiz uykuya dalardık.

Sabahın erken saatlerinde “kalk çocuğum” diyen annemizin sesiyle uyanırdık. Acele giyinir, ceviz ağaçlarının oraya koşar ve düşen cevizleri toplardık. Yağan yağmurdan sonraki ilk dışarı çıkışınızı düşünün. İşte o büyülenmiş hissiyle karşılaşırdık sonbahar akşamları. O hisle yaşardık çocukluğumuzu yaşamaya. Çocuktuk. Bilmezdik hileyi/ hurdayı. Kalp kırmayı, gönül yıkmayı…

Neysek o idik. Nasılsak öyle idik. Kavga eder barışırdık. Atışır, tartışırdık. Çağımızın hastalığı, migren gibi sarmamıştı kalbimizi. Kin gütmez, nefret duymazdık. Sığamazdık kabımıza ve sığdırırdık sevgiyi gönlümüze. Yaşadığımız coğrafya, acının/ feryadın topraklarıydı. Ninni niyetine sayardık geceleri artan top seslerini.

Silah sesleri, sıradan geliyordu. Kapı sesi, kuş sesi kadar doğal. Tehlikeliydi ama güzeldi. Çocukluk işte; bulduğumuz her şeyle oynar, oyun malzemesi yapardık. Boş mermi kovanları, patlamamış ama paslanmış bomba ve kalıntılarıyla uğraşmak, adrenalin dolu anlarıydı çocukluğumuzun. Babalarımız öğrenirse tokat yeme olasılığımız olmasına rağmen. Sevgisiz büyütülmedik ama babalarımız tarafından pek sevgi gördük denmezdi.

Neyimiz eksikse yerini dolduruyordu şefkatiyle annelerimiz. Yaramazlık yapınca sığındığımız limandı anne sırtı. Hastalandığımızda şifa bulduğumuz yerdi ana kucağı. Omzunda bulurduk o doyulmaz huzuru. Ondan dayak yerken bile ona sığınırdık. Nasıl bir şefkat ya Rab! İşte Doğu böyleydi; babalar, ya imtihan olur ya da ödül. Çok sevdiğim hocam, üstadım Hasan Dinç’in üniversitedeki profesörüne hitaben yazdığı gibi: “Burası Doğu Azizim!” Şimdi anamız da babamız da teknoloji oldu.

Şimdi ya uzaktayız annemizden ya da göçtü bu dünyadan şefkatlilerimiz. Elimizi attığımız her yerde artık telefon, tablet ve bilgisayarımız var. Bir cep kadar uzakta bizden, bize en düşman. Düşmanımızla yatıyor, düşmanımızla kalkıyoruz.

Eskiden bayram sabahını beklerken ayakkabılarımız ile uyur gibi. Sarılıyoruz ekranlara, bayram sabahı sevdiklerimize sarılır gibi. Kaybettik o masumiyeti. Çocukluğumuzu. İşin kötü yanı, zorla eve sokulan çocuklar; biraz nefes alsın ve sosyalleşsin diye zorla sokağa çıkarılan çocuklar oldu.

Teknolojinin ebeveynlik yaptığı kuşak yetiştirdik. Her ihtiyacını (!) teknolojiden gideren bir kuşak… Şimdi “ah o eskiler…” deyip özlem duyan anne/babalar, çocuğunu susturmak için eline telefon veriyorlar. Boşuna yanıp yakılmayın. İtiraz etmeyin. Şikâyette bulunmayın. Bu berbat eser olan neslin beceriksiz sanatçıları sizsiniz. Gidin biraz utanın. Belki mahcup olur, yola geliriz. Gidip biraz utanalım…