FUAT YILMAZ / YAZDI
Acının ve feryadın sesi yakıcıdır, yıkıcıdır, acıklıdır ama sessizdir. Yaşam ucuz ama hayat değerlidir. Emek gözbebeği, ekmek kutsaldır. Bu topraklar bereketlidir, bu coğrafyanın seher vakitleri hareketlidir. Bu kadim yerlerin kavgaları hararetlidir ama bu topraklar çok acımasızdır.
Girişi yaşlı bir teyzeden işittiğim ve yüz tane sosyoloğun bir araya gelip yapamayacağı bu saptama ile yapmak istiyorum: “ Biz, birbirimize dert, birilerine ise dermanız. “
Binlerce yıldan beri dünyanın en ihtişamlı imparatorluklarına ev sahipliği yapmış bu yerler, aşkın ve âşıkların çoğu zaman – maalesef ki – cehennemi olmuştur. Birbirini en kalbî biçimde seven Mem u Zin’i ayıran Beko’lar her zaman olmadı mı? Aşkı bilmek şöyle dursun, aşkın en şedîd düşmanları kesilenler olmadı mı? Vuslat fakiri nice 20’likler, aşkından verem olmadı mı? Baba hasretiyle yanıp tutuşan sabîler olmadı mı? Sadi Şirazî “ beklemek, ateşten şiddetlidir “ der. Sıladan, gurbetten dönenlerin yolunu beklerken gönülleri ateşten mekân kılınanlar olmadı mı? Hepsine “ oldu “ diyebilir hatta bu suallere ekleyebileceğimiz niceleri olduğunu da biliyoruz.
Maksadım sizi suallere boğmak değil, memleketimizde var olan ve – yazık ki – hep var olmuş bir acıdan söz etmektir. Bu acı, feryat seslerinin düğün konvoylarıyla, yanan kalplerin bağırışlarının halay müzikleriyle bastırılması gerçeğidir. Bu acı, her Yakup’un, Peygamber Yakup sanılıp imtihan edildiği ve maalesef bu imtihan sonucunun çok vahim tezahürlere yol açtığı gerçeğidir.
Müsaadeniz ile gelin, yaklaşık iki ay önce şehrimizin ilçelerinden biri olan Derecikte aynı hafta içinde meydana gelen üç tane intihar olayını isyanî bir üslup ve çözüm isteyen bir edayla bakalım.
Sınamak, iki kişiye yakışır. Bu ikisi haricinde sınamak, imtihan etmek, tâbi tutmak herkeste iğreti durur. Bu ikisi haricindekilerin sınama, imtihan etme hakları- hadleri yoktur. Anlaşılması mülzemdir ki; had- hudud koymak değildir meselemiz, had- hudud bilmektir. Meselemizin aslından uzaklaşmayalım. Ne dedik? Sınamak sadece iki kişiye yaraşır: kulun Allah’ına ve aşığın maşukuna.
Yazımızın amacı kesinlikle intiharı meşrulaştırmak, masum göstermek değildir. İntiharın fıkhî boyutunu işinin ehli olanlarına bırakıyorum. Âcizane, gencecik evlatlara ve fidan gibi gençlere sebep olan baskılar, aciz istekler, berbat talepler ve modernitenin bunaltıcı kaidelerinin aldığı canlardan bahis konusu açmak istiyorum. Şimdi gelelim asıl meselemize. Bu yazıyı yazma amacımıza, kullandığımız başlığın sebebine: Her Yakup peygamber değildir, sınamayın.
Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı Yakup. Soy isminin güzelliğini taşırdı. Yıllardır tanışıklığımızın ve karşılıklı muhabbet duyuşumuzun getirdiği bir samimiyet vardı aramızda. Kalbî bir delikanlıydı, Hasbî idi. Çevrenizde, yüzüne bakıp ferahlık duyduğunuz insanlar vardır. Öyleydi. Yüzü ferahlık verirdi. Yakup, Peygamber Yakup sabrı taşırdı. Onun hiçbir olaya, kişiye tepki gösterdiğini, hiç sesini yükselttiğini görmezdiniz. Hiç şikâyet etmezdi. Onun bir kere şikâyet ettiğini duyduk; çalıştığı işte az para kazanıyordu, o öyle derdi. Mesele para kazanmak değildi, mesele az para kazandığı için sevdiğiyle evlenemiyor oluşuydu. Evlilik için parayı toplayamamasıydı. En nihayetinde şikâyetinin asıl sebebiydi aşk. Aşkın mürekkebidir acı. Bu acı dolu hikâyeyi yazarken dolma kalemin mürekkebi bitti. Yeni kartuş taktım. Belki de kalem, Yakup’un acı dolu hikâyesini yazmak istemedi, kim bilir? Kalemi es geçelim, kelama bile ağır gelir, kalbe usançlık olur; kimsenin kalbini kırmayan, namazında/ niyazında, güler yüzlü, gül gibi Yakup’un bir bayram sonrası kimseye haber etmeden kendini astı diye yazmak. Hangi gönül hazne (niz), hangi mantıklı çerçeve (niz), hangi realist sebepler (iniz), yere batasıca hangi dünya gerçekleri (niz), hangi toplumsal baskı (nız), hangi aşiret anlayışı (nız) bu duruma bir izah getirebilir?
“ O çocukken bile yetişkin ruhu taşıyan bir çocuktu. Bayramı birlikte geçirdik ve hiçbir şey hissettirmedi. Kendimizden bile beklerdik, ondan beklemezdik. “ dediler onun için, onun ardından. Genelde insan bilmediğinden mes’ul değildir ama biz, hepimiz bundan mes’ulduk. Çevremizde olup bitenlerden, ölüp yitenlerden, derdiyle sızlananlardan, sıkıntılarıyla baş edemeyenlerden haberimiz olmadığı için hepimiz suçluyduk, umurunda olmadığı için herkes suçluydu.
Bizim Yakup, intihar etmeden önce, çalıştığı yerden eve dönerken onun bir poşet dolusu çikolatayı çocuklara dağıttığını naklediyor, onu en son görenler. Yakup, intihar etmeden iki gün önce onunla dostum Ercan’ın evinde karşılaşmıştım. Gözlerindeki derunî acıyı hissedip “ Yakup’um, bir sıkıntın mı var? “ sorusunu iki defa yönelttikten sonra, gülünce kısılan gözleriyle “ Fuat Abi, aşk! “ demişti. “ o işler sıkıntısız hâl olmaz “ diyebilmiştim.
Doğup büyüdüğüm yer Derecik, Yakup’un gidişine epey üzülmüş olmalı ki daha taziyesi bitmeden aynı hâlet-i ruhiyeye geri dönmüştü. Kader, vurdumduymazlığı affeder mi? Yakup’tan üç gün sonra üç defa istenmesine rağmen sevdiğiyle evlenemeyen gencecik bir hanımefendi kalbine sıktığı tek kurşunla yaşamına son vermişti. Yine aynı günlerde uzak köylerden birinde, bir avuç dolusu ilaç içip canına kıymaya çalışan bir kardeşimiz günlerce komada kalmıştı. Bunlar size hikâye gibi gelmesin. Siz bunu okurken aynı hafta içinde yaşanan bu üç intihar vakasının üzerinden en fazla iki ay geçmiş bulunmakta. Ne kadar ilginç değil mi? Ama işin ilginç ve garip başka bir yanı da şu: Ne aşiret büyükleri denen kişilerden ne nüfuzlu bireylerden ne belediye başkanından ( ki belediye başkanı, oturduğu makamdan dolayı her zaman bizim toplumda önde gelendir ) ne imam kimliklilerden ne de Allah’ın bir kulundan, bu meseleyi bahis konusu yapan olmadı. İlgi göstermeye zahmet edilmedi. Konuşulmadı. Çözmeye çalışılmadı. Hepsinin dünyalık yapacağı çok daha önemli işleri vardı.
“ Canımı yakıyor dünyanın güzelliği / Yetmiyor ömür, o büyük şiire / Rabbim, ne olursun / Sözümü kesme “ diyor, şair. Bu coğrafya, acının ve feryadın sesinin düğün ve halay müzikleri ile bastırıldığı coğrafyadır. Bu topraklar, şairin “ o büyük şiir “ dediği aşka geçit vermeyen topraklardır. Şimdi herkes acısıyla kalmıştır. Yakup’un aşkı, çoğu aşk ve âşık gibi mahşere kaldı. Samimiyetten yoksunların duaları mezar taşında kaldı. Anne ve sevenlerin acısı anılarda kaldı. İyi ama masumîyet, insafîyet, insanîyet nerede kaldı?